Türkiye’de AKP deneyimi, Ortadoğu’da DAİŞ vahşeti ile birlikte, siyasal islama dair analizlerin yeniden yapılması ve daha doğru sonuçlar çıkarılması, demokratik siyaset açısından hayati önem taşıyor.

Bir zamanların “Tanrı öldü” tespitinden, “Tanrı ölmedi, siyaset yapıyor” noktasına geri dönüldü. Giderek siyasallaşan bir inançtan, siyasetin de buna göre giderek ruhani bir boyut kazanmasından söz ediyoruz. Bir dinler tarihi çıkarmak yerine, güncel siyaset üzerinde daha vurgulu hale gelen dini referanslar ve yol açtığı sonuçlara dikkat çekmek gerekecek. Dini referanslar, hem Türkiye solu, hem de Kürt siyasetinde hiç olmadığı kadar belirginlik kazandı. Tespit şu; gelecekte AKP kaybetse bile, dini referansları tüm siyasi güçlerin kullandığı referanslar haline getirdi. Bunlar siyasi konuşmalara damgasını vurduğu gibi, jestlerde de siyasal İslamın etkisini görmek zor değil.

Kuşkusuz Türkiye’nin tek sorunu bu değil, ancak genel olarak kapitalizme karşı mücadelede din çözümlemesi yeniden kendisini dayatıyor.  Yeni toplumsal modellerle, tüm dinler ve halkların bir arada barış içinde nasıl yaşayacağını zaman gösterecek. Belli ölçülerde hoşgörü veya koşulların dayattığı ortaklıkların sürdürülebilirliği konusunda henüz net bir fikir ortaya koymak zor. Bununla birlikte şunu da vurgulamak gerekir ki, her ortak yaşam, kaçınılmaz olarak demokratik bir yaşam sistemini ifade etmiyor.

Dinin siyaset, demokrasi ve toplumsal yaşam üzerindeki etkilerini yeniden irdeleyerek sonuçlar çıkarmak gerektiği gibi, neden bu geri dönüşün gerçekleştiği de ciddi analizlere ihtiyaç duyuyor.  Özetlersek, seküler ve üniter devlet modelleri, ihtiyacı karşılamıyor. Ancak sadece bu gerçekten hareket edilerek, dinin geri dönüşüne anlam biçilebilir mi? Bu oldukça kuşkulu. Din ve kapitalizm arasında doğrudan veya dolaylı etkileşim, dini çıkışların kapitalizmin çıkarına olabileceği  yönünde şüphelere yol açıyor. Kapitalizmin, dinin geri dönüşüne ihtiyaç duyduğu fikri, meşru bir düşünce olarak ortaya çıkıyor.

Bu bağlantıyı daha doğru kurabilmek için Marx’a yeniden başvurmakta fayda var. Marx, dinin nasıl kapitalizmin dolaylı ittifakı olduğunu anlatırken, bu durumda din olgusuna karşı mücadelenin de kapitalizme karşı mücadele olduğuna dikkat çekiyor. Marx’a göre dini sefalet, proleteryanın sefaletini yansıtıyor. Diğer bir ifadeyle, eğer insan dine ihtiyaç duyuyorsa, kendisini sınırlı ya da kusurlu gördüğünden değil, sefil olduğundan kaynaklanıyor. Bu sefalet, teolojik ve psikolojik olmaktan önce, reel, maddi bir durumu ifade ediyor. Reel durumu da, tarihsel siyasi egemenlik ilişkileri, sosyal eşitsizlik ilişkileri ve ekonomik sömürü ilişkilerinde aramak gerekiyor.

Marx, dinin kurulu sisteme karşı mücadeleyi engellediğini, zira dinin mutsuz olanı kendi mutsuzluğunda avuttuğunu, mutsuzluğu yok etmediğini düşünüyor. Başka bir dille ifade edecek olursak; proleteryaya yaşamın ötesinde daha iyi bir dünya vaadi, isyanı erteliyor. Bu açıdan, egemen sınıfların yararına bir illüzyon, iktidarı rahatlatan bir fikir olarak görülüyor.

Şurası açık ki, Marx’a göre insanın mutsuz bilincinin bir ürünü olarak din, işçinin onurunu ve özgürlüğünü elinden alan ekonomik sömürü sistemine karşı isyan arzusu önünde gerekçe oluşturuyor. Bu haliyle din, vahşi kapitalizm ve elitlerin dolaylı ittifakı durumuna düşüyor. Marx aynı zamanda dinin çok çeşitli ideoloji biçimlerinden biri olduğunu belirtiyor. İşçi bu ideolojiye bağlanırken, adalet ve özgürlük arzusunun ötesine atılarak, zamanın sefaletlerini telefi etme arayışı içerisine giriyor. Oysa proleteryanın tarihi rolü, dünyanı dönüştürmek, adaletsizliklerden özgürleştirmek olarak belirleniyor.

Din eleştirisi her ne kadar insanın özgürleşmesi yolunda bir adım olsa da, Marx’a göre bunu hak, devlet, toplum eleştirisi takip etmeli. Bununla birlikte Marxizmde dine dogmatik bir yaklaşım yok.  Zira dini inançların temelinde toplumsal baskılar görülüyor. Bu açıdan, toplumsal baskılar ve batıl itikatlarla mücadelenin her şeyden önce toplumsal zulmün kendisine karşı, kapitalizme karşı bir mücadele olarak şekillenmesi önem arz ediyor.  Marksistler dine doğrudan savaş açarak ortadan kaldırmak yerine, sınıf mücadeleleriyle dinin ortadan kaldırılmasının koşullarını yaratmayı esas alıyor.

Bununla birlikte, dinler ve dini kurumların genellikle sosyal eşitsizlikleri gerekçelendirdiği ve baskıcı rejimlere eşlik ettiği tartışmasız bir gerçek olarak önümüzde duruyor. Tarihin hemen hemen her aşamasında bunun örnekleri var. Bin yıllar öncesine gitmeden egemen dinlerden bazı örnekler verecek olursak; Katolik Kilisesi İspanya’da Franco rejimini destekledi, Şili’de Pinoşet’in askeri darbesini “tanrısal bir kurtuluş” olarak değerlendirdi. İslam, bugün başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez Monarşilerini destekliyor. Hinduizm kast sistemini savunuyor. İsrail’de Yahudi dini otoriteler sömürgeci politikayı destekliyor. Türkiye’de din her dönem devletin kendisini örgütleme mekanizmalarından biri oldu. Türkiye’ye özgü laiklik, devlet ve din işlerinin birbirinden ayrılması değil, dinin devlet otoritesi altına alınmasıydı.  AKP’nin 2000’li yılların başında iktidara gelmesiyle birlikte, zaman içerisinde şeriata gerek duyulmadan Sünni inanç egemen kılındı. Tüm dinler açısından sayısız örnek vermek mümkün.

Tanrı fikrinin nasıl çıktığı, nasıl krala, devlete ve bugünün kapitalist sistemine dönüştüğüne inmeden, bugün tüm kilise biçimleri, camiler, mollalar, rahipler, papazlar ve hahamların, özgürlük yolunda engel oluşturduklarını tespit etmek zor olmasa gerek.

Türkiye ve Ortadoğu’nun durumuna dönersek, yine Marx’ın Almanya’ya ilişkin bir tespitiyle yola çıkabiliriz. Marx, Alman hareketsizliğine yönelik tüm eleştirilerin birinci koşulu olarak “dini” gösteriyor. Marx’a göre, Alman halkının içinde bulunduğu çıkmazı anlamak için din olgusunu anlamak gerekiyor. Marx bu düşüncesinden hareketle, “İnsanı yapan din değil, dini yapan insandır” şeklinde bir tespite gidiyor. Ona göre Devlet, toplum, dünyanın sahte bir temsili olan dini üretiyor; din bu halde olmaması gereken dünyaya ruhsal bir aroma katıyor. Burada şunu da hatırlatmak gerekir ki, Marx’ın düşüncelerine ilişkin yapılan başka yorumlar, dinle mücadele yerine, dini olguyla mücadele ifadesini kullanmayı tercih ediyor. Son olarak, Marx’ın dine ilişkin düşüncesini özetleyen o ünlü ifadesini hatırlatarak, nokta koyalım: “Dini sefalet bir yandan gerçek sefaletin, diğer yandan gerçek sefalete karşı tepkinin ifadesidir. Din, kalpsiz bir dünyanın ruhu olduğu gibi, ruhsuz bir dönemin ruhudur. Din, halkın afyonudur.”

Türkiye’de dün ve bugünün, Ortadoğu’da ise yüzlerce yıllık bir tarihin hareketsizliğine ilişkin tüm eleştirilerin birinci koşulu olarak dine bakmak gerekiyor. İslam dini konusunda doğru analizler yapılmadan ve doğru bir mücadele tarzı benimsenmeden, adil, eşit, demokratik ve özgür bir yaşam kurulamayacağı aşikar. Bununla birlikte, kapitalizme karşı mücadeleden bahsedilirken de dinin yeniden ve yeniden analiz edilmesi, solun önünde kaçınılmaz gerçeklik olarak duruyor. Aksi halde, tıpkı bugün yaşandığı gibi dini çözmeye çalışırken, ciddi sapmalar yaşanabilir.

“Toplumsal gerçeklik” adı altında dini “değerleri” kabul etmek, ikna edici bir argüman olmaktan uzak duruyor. Zira, Marx’ın da dediği gibi “proleteryanın” ya da başka bir dünya düşleyenlerin görevi, dünyayı dönüştürmek olmalı. Ortadoğu’da, bunun başında din olgusu geliyor. Her ne kadar Ortadoğu’da bugün din ile yaşamaya en gerçekçi perspektifleri Kürt hareketi sunsa da, uzun vadede nasıl bir sonuç vereceğini kestirmek zor.

Peki nasıl bir mücadele? Dinde reform mümkün mü? Din demokratikleşebilir mi? Çoğu zaman Hristiyanlığın reformlarla dönüştüğünden bahsedilir. Gerçek böyle mi? Hristiyanlık sert mücadeleler sonucunda yenildiği için mi yoksa gönüllü bir dönüşümle mi mevcut poziyonuna geldi? Tüm bu sorulara makul cevaplar vermek gerekiyor.  Reform da, demokratikleşme de mümkün ama bu durumda İslamiyet’in başka bir forma geçmesi gerekecek. Bu durumda geriye kalana “İslam” demek mümkün olacak mı? Kimine göre, “reform” ya da “demokratikleşme”, aslında İslamiyet’in özüne dönüşünü ifade ediyor. Bu ne kadar doğru? Şimdiye kadarki pratikler ve İslamiyette öze dönüş yönündeki tartışmalar, mevcut sorunları karşı yeterli bir argüman sunmuyor. Nereden tutulursa tutulsun, dinin özünden “özgür anlayış” çıkarmak gerçekçi görünmüyor.

İslam’a doğrudan cephe alarak yürütülen mücadeleler başarılı olmadığı gibi, uzlaşarak, belli ölçülerde kabul ederek ya da ittifak yaparak yürütülen mücadeleler de demokratikleşme konusunda henüz kalıcı ya da sürdürülebilir bir sonuç ortaya çıkarmadı. Türkiye’de tam tersine yıkıcı sonuçlar yarattı.  AKP ile birlikte, başta da ifade ettiğimiz gibi, dini referanslar tüm siyasi güçlerin literatürüne girdi.  Din adına etkinlikler düzenlendi. Hatta “özde” yer almayan, Türk siyasal İslamının üretimi “kutlu doğum” haftası etkinlikleri yapıldı. Son belediye seçimlerinde Kuran’ı öperek işe koyulan muhalefet adayları ile karşılaştık. Kısaca, dönüştürmeye çalışırken, ciddi sapmalar yaşandı, din daha çok siyasileşti,  siyaset daha çok ruhanileşti. Dini argüman kullanmayan siyasetçi kalmadı neredeyse. Sorunlar ve cezalar, çoğu zaman Allah’a havale edildi. Öfkeli durumlarda, yine Allah’a sığınıldı. Dinci-milliyetçi iktidarla mücadelede din yarışına girildi. Dini hassasiyetler hiç olmadığı kadar öne çıkarken, ateizm, komünizm, sosyalizme, anarşizm açıkça savunulamaz hale geldi. Dine yapılabilecek en ufak eleştiri bile, ciddi bir siyasi ve toplumsal setle karşı karşıya kaldı, kalıyor. Böylece en fazla eleştirilmesi gereken, en büyük tabu olarak kökleşti. Öyle ki, bu tabu uluslararası bir boyut kazandı. Eleştirenler saldırının hedefi oldu.

Siyasal islamın kendisine gelince, argüman olarak öne sürdükleri tüm değerlere en büyük kötülüğü kendileri yaptı. İlle bir düşman aranacaksa, dine en büyük kötülüğü din adına hareket edenler yaptı. AKP iktidarı, Türk rejimi, Körfez monarşileri buna en somut örnekleri sunuyor. Din adına hareket eden AKP iktidarı, zulümde sınır tanımadı, yolsuzluk ve talanı meşrulaştırdı, işgalleri ve katliamları aynı dinin gerekleri olarak yaptı, özgürlüğü ve iradeleri ellerinden alınmış bilinçsiz bireyler topluluğu yarattı, haksızlığı “dinle telefi” etmek bir yana, doğrudan savunuculuğunu yapan bir anlayış ortaya çıkardı.  Direnme umutlarını yok etti. Kısaca, kapitalizme en uygun model olarak işlev gördü.

Dini ele alırken, en yumuşak ifadeler kullanılsa bile yine şu sonuçtan kaçınmak mümkün görünmüyor: Siyasal İslamla mücadele, kapitalizmle mücadeledir. Siyasal islam, kapitalizmin tüm özlerini kendisinde barındırıyor. Dinin kendisi ise, bu anlayışa eleman kazandırıyor. O halde siyasal güçler, daha fazla zihinsel ve toplumsal yıkımlara karşı, din olgusunu yeniden ve yeniden düşünmeli. Yeni bir Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu ancak,  siyasal islam tuzağına düşmeden, din ile ilişkilerin yeniden ele alınarak, daha eleştirel, daha dönüştürücü mücadele biçimleri esas alınarak mümkün olabilir.  Türk dini sistemi ve AKP rejiminin, solun literatürüne dayattığı referanslardan ve yarattığı düşünsel tahribatlardan arınarak yeniden doğrulmak gerekiyor.
Maxime Azadi